“Türkiye bu tuzağa düşmemelidir!”
Aksakal; “Atatürk’ün başlattığı ve DSP’nin de benimsediği ‘Bölge Merkezli Dış Politika’ stratejisiyle bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler derhal kurulmalı, emperyalist baskı bertaraf edilmelidir.”
Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Önder Aksakal, gerçekleştirdiği basın toplantısında yaşanan gelişmeleri, ülke ve dünya gündemini değerlendirdi.
Aksakal açıklamasında;
“Değerli basın mensupları, saygıdeğer arkadaşlarım,
Basın toplantılarımızın artık başlangıç konusu olan Covid-19 salgınıyla mücadele ile ülkemizde ve dünyadaki gelişmelerin irdelenmesi sonrasındaki düşüncelerimizi sizler aracılığıyla kamuoyuna aktarmaya devam edeceğiz.
Bu salgından en hafif şekilde sıyrılabilmenin en önemli koşulu iki doz aşımızın yapılması yanında, mümkün mertebe maske, mesafe, temizlik kuralına tavizsiz riayet olduğunu iyice bellemiş olmalıyız.
Zira bugün olmuş, halâ 28-30 binler düzeyindeki vaka ve iki yüzün üzerinde vefat sayılarıyla, bunun yanında toplumsal yaşama dair kontrolsüz bulaş tehlikesinin varlığıyla güvenli bir gelecek kurgulama imkânımız maalesef yoktur.
Bugün Avrupa ülkeleri yer yer kısmi, yer yer tam kapanma kararlarıyla yeni bir mücadele sürecini başlatıyorlar. Bizim Türkiye olarak tam kapanmaya ilişkin nihai kararı Bilim Kurulumuzun vereceğine olan saygımızı bir kenarda tutarak, aşılanma hızı konusunda etkin bazı tedbir kurallarının hayata geçirilebileceğine olan görüşümüzü de paylaşmak isterim.
Evet, aşı konusunda saplantı düzeyinde mesnetsiz düşüncelere sahip yurttaşlarımızın varlığını üzülerek görüyoruz. Ama bu gibi durumda olanların bu virüs illetine yakalanıp yaşama veda ettiklerine de tanık oluyoruz.
Kendilerine verdikleri zararın yanında çevrelerine de büyük tehdit oluşturdukları gerçeğinden hareketle Sağlık Bakanlığının ivedilikle caydırıcı önlemler dizisini uygulamaya koyma mecburiyeti kendini göstermektedir.
Anayasamızın “Sağlık, çevre ve konut” kenar başlıklı Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması hakkında hükümler içeren 56. Maddesi;
“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.
Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.
Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.” demektedir.
Bu bir temenni ya da bir öneri değil doğrudan doğruya Anayasamızın ülkeyi yönetenlere yüklediği sorumluluktur, görevdir, ödevdir, talimattır!
İlk olarak, aşı programını tamamlamayan yurttaşların toplumsal yaşam ortamlarında pervasızca yer almasını önleyici kurallar ivedilikle kurgulanmalı ve uygulanmalıdır.
Sonrasında ise aşı periyodları sıkı takibe alınmalıdır. Bu işin şakası yoktur!
Değerli basın mensupları,
14 Kasım tarihi, Demokratik Sol Parti’nin Türkiye siyasetine doğuşunun yıldönümüdür. Dolayısıyla bu yıl 36’ncı kuruluş yılımızı kutluyoruz.
Demokratik Sol Parti’nin parlamentodaki eksikliğini biz inanıyoruz ki diğer partiler ve toplum kesimleri de hissetmektedir. Zira DSP’nin varlığı, bulunduğu
ortamın güven düzeyini, üretim kapasitesini, nezaketin ve asaletin önem ve derecesini her zaman çarpıcı şekilde ortaya koymuştur.
20 Kasım 2021 – Cumartesi günü Saat:10.00’da Anıtkabir’de Atatürk’ün mozolesine çelenk sunumuyla başlayacak olan kutlama programımız, örgütlerimiz ve misafirlerimizle birlikte siz değerli basın mensuplarımızın da katılımlarıyla TES-İŞ Sendikası Konferans Salonunda yapacağımız etkinlikle gerçekleşecektir.
Değerli arkadaşlarım,
Ülke siyaseti olması gereken niteliklerinden her geçen gün biraz daha uzaklaşarak, halkın yaşama sevincini ve umudunu yok etmektedir.
Bir taraftan işsizliğin, yoksulluğun, hayat pahalılığının yarattığı çaresizlik, diğer taraftan terörün dört koldan devleti bloke etmesi Mehmetçiklerimizin canlarına, devletin milyarlarca lira kaynağına mâl olan mücadele sürecinin devam etmesi, bütün bunların yanında küresel sistemin baskı ve kıskacı altındaki iç ve dış politikamız toplumun bütün kesimlerini olumsuz etkilemektedir.
Enflasyonla mücadele adı altında alınan yanlış kararlar ve uygulamaların neticesinde mal ve hizmetlere üst üste gelen zamlar, döviz ve altındaki önlenemez yükseliş geleceğe dair aydınlık bir senaryonun kurgulanması imkânını da ortadan kaldırmaktadır.
İktidar yapısının bileşenleri tarafından yapılan değişik ve çelişkili açıklamalar neticesinde bir savrulmuşluğun ve bir dağınıklığın işaretini görmekten rahatsız olduğumuzu açık yüreklilikle ifade etmek isterim.
Yılın son aylarını yaşıyoruz, Meclisimiz 2022 bütçesini görüşüyor, bir taraftan emeğiyle, alın teriyle çalışarak yaşamını kurgulamak zorunda olan toplum kesimlerinin asgari ücret konusundaki kaygılı bekleyişi, diğer taraftan “sorunları masaya getiriliyor” denilerek umut verilen ancak daha sonra aksi açıklamalarla yeniden karamsar dünyalarına geri döndürülen EYT mağdurları ve yıllardır kendilerine taahhüt edilen 3600 ek gösterge meselesinin bir bilinmeze ertelenmesi hususu toplumun öncelikle devlete güven duygularını erozyona uğratmaktadır.
Halkın güven duygularıyla oynamaya kimsenin hakkı yoktur.
Yönetenlerin beylik lâflarından bir olan “çalışanları enflasyona ezdirmeyeceğiz” söyleminin artık tam anlamıyla karşılık bulması sağlanmalıdır.
Asgari Ücret Tespit Komisyonunda yer alan ve çalışanların temsilcisi olan Sendika Konfederasyonlarının Başkanlarına düşen tarihi sorumluluk da tam olarak budur.
2021 yılında uygulanan 2.825.- lira düzeyindeki asgari ücretin, gerçek enflasyon oranı %43 düzeyinde artırılarak en az 4.090.- lira olarak belirlenmesi hususu sizlerin omuzlarında bir vebaldir! Bunu unutmayın.
3600 ek gösterge konusu her ne kadar sonucu itibariyle bir bütçe sorunu ise de, “seçim öncesi hesap makinalarınız bozuk muydu?” diye sorarlar adama. Bu sözlerin verilmesinin üzerinden üç buçuk yıl geçti. Herkesi kör, âlemi sersem görenler, sandık yeniden kurulduğunda o kaçınılmaz sonu hep yaşamışlardır.
Türkiye’nin yeni bir toplumsal dalgalanmaya tahammülü yoktur. İçeride ve dışarıda yaşamakta olduğumuz ve esasen vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü hedefine koymuş küresel emperyalizmin emellerine hizmete hazır bir yapı bunu bir gerekçe yapma noktasında eşikte beklemektedir.
Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle ve değerleriyle hesaplaşma histerisi kabaran bazı kesimlerin, varlık sebeplerini inkâr edebilecek kadar gözlerinin döndüğü, tarihin dönemsel gerekleri kapsamında gerçekleştirilen uygulamaların intikamını alma gayretleriyle karşı karşıya olduğumuz bir süreci yaşamaktayız.
Bu süreç birçok tehlikeye gebedir, başta ABD olmak üzere küresel emperyalist sistemin heveslerini besleyen bir özellik arz etmektedir.
Demokratik Sol Parti olarak, 36’ncı kuruluş yıl dönümümüzde bu tarihi uyarıyı yapmayı sorumluluğumuzun bir gereği sayıyoruz.
ABD’nin eski Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey katıldığı bir toplantıda, “Türkiye olmaksızın Suriye’de bir çözüm olamaz. Bu da ABD ile Türkiye’nin iş birliğini zorunlu hale getiriyor.” demek suretiyle, bölgesel heveslerinin ve hayallerinin önemine dikkat çekiyor.
Türkiye bu tuzağa düşmemelidir!
Atatürk’ün geçmişte uyguladığı ve Demokratik Sol Parti’nin benimseyerek programına aldığı Bölge Merkezli Dış Politika stratejisi kapsamında bölge ülkeleriyle iyi ilişkileri derhal kurgulamalı ve küresel baskı bertaraf edilmelidir.
Bunun ilk adımı da Suriye devletiyle, Mısır örneğinde olduğu gibi ikinci dereceden başlamak üzere diplomatik görüşmeler hayata geçirilmelidir. Bu gerçekleştirilebilirse önümüzdeki sürece dair elimizin güçleneceği konusunda bir tereddüt kalmayacaktır.
Değerli basın mensupları, kıymetli arkadaşlarım,
Bildiğiniz gibi Türkiye’nin sorunu sadece güneyimizde oluşturulmaya çalışılan bir terör devleti yaratma stratejisiyle sınırlı değildir.
Gerek Doğu Akdeniz’de, gerekse Yunanistan üzerinden Ege sorunları kurcalanarak komşu ülke topraklarının ABD ordusunca bir saldırı üssü haline getirilmiş olması gözlerden uzak tutulmaması gereken en önemli sorunların başında yer almaktadır.
Sözde “tatbikat” amacıyla yapıldığı belirtilen bu hazırlığın hayatın olağan akışına uygun olmadığı, 120 helikopter, 1.000 tank ve 2.000 askerden oluşan yığınağın, bu askerler için konaklama amaçlı yerleşim planlarının varlığından söz edilmesinin, sıkıntının büyüklüğüne yönelik yeterli bir veri olduğunu düşünüyoruz.
Bu durum müttefiklik hukuku açısından kabul edilebilir değildir. Türkiye derhal vaziyet almalı, uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli girişimleri yapmalıdır.
Değerli basın mensupları,
Türkiye, bugün yönetim erkini elinde bulunduran AK Parti yapısı içerisinde de gün yüzüne çıkan %50+1 kuralına bağlı Cumhurbaşkanlığı seçim sisteminin arızalarını tartışmaya açmış görünmektedir.
Her ne kadar ittifak ortağı MHP tarafından buna şiddetle karşı çıkılsa da 2023 seçimlerine hızlı bir tempoyla gidilen süreçte bu pilavın daha çok su kaldıracağı açıktır.
Bir taraftan ortaya atılan Seçim Yasalarında ve Siyasi Partiler Yasasındaki değişiklik girişimlerinin akamete uğradığını, iktidardaki AK Partinin ittifak ortağıyla, seçim barajı ve siyasi partilerin seçimlere katılabilme kriterlerinin değiştirilmesi konuları dışında bir anlaşma zeminini yakalayamadığını da dikkate aldığımızda, belki de parlamentodaki muhalefet yapısıyla karşılıklı tavizler kapsamında bir erken seçim kararıyla, yeniden eski düzene dönülmesi şeklinde bir değişikliğe uğraması ihtimali gözlerden uzak tutulmamalıdır.
Yeni bir Anayasa yapılması konusundaki ısrarlı taleplerin iktidar sözcülerince gündemden düşürülmesi de bu duruma yönelik bir işaret sayılabilir.
Bir taraftan ana muhalefetin sahip olduğu ve varlık sebebi sayılan değer yargılarına muhalif kesimlerle helalleşme niyeti, diğer taraftan ABD unsurlarının Türkiye’ye atfettikleri “özel önem”, rotasında zikzaklar oluşan bölgesel politikalarını yeniden rayına oturtma gayretinin birer tezahürü olarak görülmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu tarafından gündeme getirilen “helalleşme” kavramı, Türk milletinin millî ve manevi gelenekleri içerisinde tarihten beri yer alan önemli bir haslettir.
Elbette kişiler ya da kurumlar sahip oldukları misyonları kapsamında en azından maddi zararlara, manevi kırgınlıklara sebep oldukları kişi ya da kesimlere karşı vicdanlarını rahatlatmak adına böyle bir girişimde bulunabilir.
Bu yaklaşım değerlidir ancak, Sayın Kılıçdaroğlu’nun helalleşme konusundaki yol haritasını incelediğimizde birçok belirsizlik içeren sorular kendini göstermektedir.
Örneğin; 2011 yılında “Roboski” diye adlandırdıkları, Uludere’de yaşanan ve 35 sivil vatandaşın savaş uçaklarından atılan bombalarla öldürülmesi olayının faili Cumhuriyet Halk Partisi midir ki böyle bir helalleşme ihtiyacı duyulmuştur?
12 Eylül öncesi dönemde yaşanan, Sivas ve Maraş’ta Alevi vatandaşların kapıları işaretlenerek yapılan katliamlar Cumhuriyet Halk Partisi tarafından mı gerçekleştirilmiştir?
“28 Şubatçıların açtığı yaraları kapatıp helalleşeceğiz.” dedikten sonra hangi Mahkemelerde süründürülen askerlerimiz ve aileleriyle helalleşme düşünülmektedir meselâ?
28 Şubat davasının ya da Kumpas davalarının mağduru askerler ve aileleriyle mi, 15 Temmuz darbe girişiminden dolayı mahkemelerde olan FETÖ davası mağduru askerler ve aileleriyle mi?
Yine örneğin; 12 Eylül faşist darbesinin elebaşı Kenan Evren tarafından ifade edilen ve “bir sağdan, bir soldan astık” demek suretiyle sözüm ona hak geçirmeyenler Cumhuriyet Halk Partisi’nin emir komutasında olan Generaller miydi?
O zaman Bahçelievler katliamının, Madımak Oteli yangınının, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok gibi değerli gazeteci ve bilim insanı suikastlerinin mağdurları neden listeye alınmamış diye sorular aklımıza geliyor.
Yoksa bu çıkış Cumhuriyet rejimine başkaldıran Şeyh Said’in, Seyid Rıza’nın ve şürekasının akıbetinin ve Dersim İsyanı sonrasında “mağdur (!)” edilenlerin intikamını alma refleksinin talihsiz bir tezahürü müdür?
Hakikaten büyük bir dikkatle izliyoruz gelişmeleri.
Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet rejiminin kurucu iradesidir, öyle bilinir. Dolayısıyla, bir asırlık dönemi geride bırakmaya hazırlanan demokratik, lâik Cumhuriyetin kurucu iradesinin yaşanan hadiselere yaklaşım şekli bizi gerçekten kaygılandırmaktadır.
Evet, çok partili dönemden sonra Recep Peker’i saymazsak CHP’nin iki Başbakanı oldu. Biri İsmet İnönü, diğeri Bülent Ecevit.
Biz Bülent Ecevit’in CHP Genel Başkanı ve Başbakan olarak devlet yönetiminde sorumluluk üstlendiği dönemlerde hiçbir kimseyi ya da kesimi kırdığına veya derin yaralar açacak uygulamalarına tanık olmadık.
Bilâkis, Bülent Ecevit Kıbrıs Barış Harekâtı kararını veren hükümetin Başbakanıdır, ABD’nin haşhaş ekim yasağına kafa tutan ve bunu reddeden Başbakandır, dünya görüşü olarak demokrat, halkçı ve solcu bir siyasetçidir.
Lâiklik ilkesini yerel değerlerimizle harmanlayıp inançlara saygılı lâiklik kavramını hayata geçirebilmiş bir devlet adamıdır.
Hatta, helalleşme listesinde yer alan hususlardan Sivas, Çorum, Maraş katliamlarının, 1 Mayıs 1977 Taksim mitingi katliamının, 12 Eylül faşist askeri darbesinin şartlarının oluşturulması dönemlerinin asıl failleri olduğu herkesçe kabul edilen ve devlet içine çöreklenmiş olan Kontrgerilla yapılanmasını ilk olarak ifşa eden kişi dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit olmuştur.
Bütün bu gerçekler ortadayken küresel emperyalizmin ülkemizde partnerliğini yapan asker-sivil hangi konumda olursa olsun hainlerin ve katillerin vebalini neden üstlenme ihtiyacı duyulmuştur, anlamakta zorlanıyoruz.
Cumhuriyet Halk Partisi ile aramızda sol anlayış temelinde, sosyo-ekonomik politikalarda ve dış politika konularında farklı bakış açılarına sahip olmamız, bu partinin insanlık dışı olayların sorumlusuymuş gibi ima edilmesine sessiz kalmamıza haklı bir gerekçe olmayacağı inancındayım.
Bu kabul edilmez! Ne biz, ne inançlı Atatürkçüler, ne de lâik demokratik Cumhuriyetin inançlı bireyleri böyle bir vebali üstlenmeyi içlerine sindiremezler.
Listede yer verilen olayların ve yaşananların tamamı küresel emperyalizmin güdümünde çalışan, gizli servislerin patronu uluslararası Gladyo örgütüyle birlikte ülke yönetimini tahakkümü altına almış oligarşik yapının kurguladıkları senaryo ve onun sonuçlarıdır.
Bu siyasi bir taktik/strateji ise, işte asıl o zaman Atatürk’ün ilkelerine ve Cumhuriyetin değerlerine bağlı milyonlarca yurttaşın inanç ve bağlılık duyguları derinden yaralanacaktır.
Eğer bugünkü CHP yönetimi helâlleşmek üzere alt alta sıraladığı “haksızlıkların ve kötülüklerin” müsebbibi olarak gerçekten sorumlu olarak kendini görüyorsa, kapı kapı dolaşmasına gerek yok, toptan özür dileyip kapısına kilit vursun, daha anlamlı olur!” sözlerine yer verdi.